Life etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Life etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Şubat 2016 Pazartesi

internet Diyeti ile kilo verilmiyor


Yaklaşık 20 gündür internet diyeti yapıyorum. inanın söylemesi kolay ama uygulaması çok zor,  tüm diyetler gibi. Öncelikle karar vermek gerek, iş kafada bitiyor :)

ilk gün en zor olanıydı. Kendisinden zeka fışkıran akıllı telefonumu elime birçok defa aldım. Tuş kilidini açıp geri kapattım hatta Facebook, instagram ve swarm sayfalarını açıp ana ekranlarına bile baktım ama asla narin başparmağımı aşağıdan yukarıya doğru sürükleyerek sayfaların devamına bakmadım.
ikinci gün daha kolaydı ana sayfaları da açmadım, üçüncü gün ise telefonuma çok az baktım. Ne kadar da boş vaktim oluyormuş gün içinde unutmuşum.

Yalnızken çok daha kolaydı internet diyeti, etrafınızda kışkırtıcı etkenler olmayınca. Mesela bir kafede arkadaşınız ile oturuyorsunuz ; mekana ilk gittiğinizde siparişler verliliyor, ardından ise sözkonusu mekanda güzel bir fotoğraf ile check-in yapılıyor. Bu arada ben etrafa bakınıyor ve bir sigara yakıyorum. Ve ilerleyen dakikalarda her laf arasında karşımdaki kişi telefonundaki tüm uygulamaları gözden geçiriyor. Şikayetçi miyim? Hayır.
Kendi telefonuma iki de bir bakmak zorunda olmadığım için kendimi daha rahat ve huzurlu hissediyorum. Beni o halde gören bazı arkadaşlarım kendilerini oruçlu bir insanın karşısında yemek yiyor gibi hissettiklerini bile söylediler.

Peki nasıl başladı bu diyet sevdası ?
Geçenlerde sahilde yürüyüş yaparken bir otobüsten onlarca turist indi. Sanki kendilerine talimat verilmiş gibi ellerinde birkaç bin liralık telefonları veya birkaç bin dolarlık fotoğraf makineleri ile kendilerinden bir önceki kişinin çektigi fotoğrafın aynısını çekmek, aynı açıyı yakalamak için sıraya girdiler.Boş geçecekleri birşeyler olmasın diye hepsi bir telaş içinde sürekli fotoğraf çekiyorlar. Öyle bir andı ki hiçkimse içinde bulunduğu canlı, gerçek şeylere kendi gözleri ile bakmıyordu. Hepsi bilmemkaç megapiksel kameralarının arkasından bakıyordu denize, güneşe, ağaca. O an nefes aldıklarından, havayı kokladıklarından bile şüpheliyim. Günlük hayattaki tüketim deliliği ve telaşını tam da bunlardan uzaklaşmak için gittiğin tatile neden götürürsün ki? Sanırım amaç sadece gitmiş olmak, gidilecek yerler listesinden orayı çıkarmak, döndüğünde ofisteki arkadaşlarına sözkonusu fotoğrafları gösterip orada olduğunu ispatlamak fakat tam da orada iken bunu hissetmek çok da önemli olmuyor.

Buraya kadar yazdıklarımı okudum da bayaa atarlı olmuş sanki ben hiç akıllı telefon kullanmıyormuşum gibi. Neyse söylemeyeyim de içimde mi kalsın.

Neyse böyle başladım diyete ben kendi içimde büyük işler yapar internete girmez, zaferler kazanır, bir devrim gerçekleştirirken bütün dünya neler yaptı peki?
Taipçilerim yüzlerce mail gönderdiler, hayatta olup olmadığımı sordular.
Kendimi iyi hissetmiyorsam yardımcı olmayı önerdiler.
Konu sosyal medyada büyüdü. Canan 'ın nerede olduğunu ögrenmek isteyen kişiler swarm hesabım sürekli mesajlar gönderdiler.
Taki ben bir açıklama yayınlayıp iyi olduğumu ve biraz dinlenmek istediğimi bildirene kadar.
Tabiki böyle bişey olmadı. Sadece bir arkadaşım arayarak sordu sosyal meydanlarda görünmüyorsun diye.
Demem o ki dünyanın çok umrunda değiliz o paylaşımları yaptığımızda ya da yapmadığımızda.

Diteyin en zor kısmı ise Fatih ve Can ile çıktığımız pazar gezisi idi.Yağmurlu bir Antalya'dan yola çıkarak Kekova'ya oradan da Kaş' a gittik. Diyetim devam ettiğim için hiçbir fotoğraf paylaşmadım ama biraz zor oldu benim için. Onlar hepimizin hatta tüm Kaş ve Kekovadakilerin yerine güzel fotoğraflar paylaştılar.
Lütfen kendilerinin hesaplarını takip ediniz ve beğeniniz.

Şimdi o günden bu ne perhiz bu ne lahana turşusu konulu fotoğraflarımı paylaşıyorum.













Sonuç olarak internet diyeti yapmak insana kilo verdirmiyor, yararlarını ise ben anlatamam siz deneyin görün

Benim diyeyim bitti, kimbilir belki bir sonraki pazartesi tekrar başlarım.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Ankara seviyorum seni, yanaklarından da öpüyorum ama...

Yine güneşli bir gün. Evden çıkıp dilek pastanesinin oradan sola dönüyorum, çiçek ve narenciye kokuları ile dolu bir caddeden aşağıya doğru yürüyorum ki çiçekleri koklamaktan başım dönüyor, tansiyonum düşüyor. Burcu bana hanımeli, yasemin ve melissa kokularını ayırt etmeyi öğretti. Ataşehir sitesinin önünden geçerken yasemin, balıkçının bahçesinden geçerken hanımelileri koklamaktan bayılacak gibi oluyorum. Carrefour'un olduğu göbekten sağa dönüp devam ediyorum. Aslında denizin, hindistan cevizi ve kakaolu güneş kremlerinin kokusunu takip ederek de aynı yere çıkılabiliyor. Sonra dümdüz yürüdüğüm de işte buraya varıyorum. Burada var oluyorum. Ve en önemlisi tatilde değilim artık burada yaşıyorum.




Evet Antalya'da yaşıyorum artık.Yok böyle çok yavan oldu. Akdenize 500 km kıyısı olan, hergün güneşli, kaleiçinden limana doğru inerken kendinizi yüzyıllar öncesinde hissedebileceğiniz Likyalılar, Lidyalılar, Bergamalılar, Romalılar, Selçukluların yaşadığı bir şehirde yaşıyorum artık.









Bugün de olduğu gibi her fırsat bulduğum da ( ne kadar da klişe bir laf oldu " her fırsat bulduğumda" yı değiştiriyorum. Üşenmeyip kıçımı kaldırabildiğim zaman diyelim çünkü balkonda da toroslardan bana çam kokusunu getiren bir rüzgar var.)  buraya geliyorum.

Buraya kadar anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere yukarıdaki manzaraya bakarken ne kadar mutlu olduğum, kendimi ne kadar şanslı saydığım sonucuna varabiliriz. Bugün tam da burada durdum Şu müziği  dinliyordum, ilerde bir çocuk farkettim 25-26 yaşlarında kirli sakallı. Muhtemelen arka sokaklardaki bir kafede veya otelde çalışıyor, üzerinde mekanın isminin yazılı olduğu kırmızı bir tişört var. Gelip birkaç bank öteye oturdu. Sanırım sigara molasında, 15 dakika kadar orada durdu ve kafasını kaldırıp denize bakmadı. Telefon ile uğraşıyordu. Ne yaptığı önemli değildi ki bir kere bile kafasını kaldırıp denize bakmadı, kalkıp giderken bile.

Böyle işte. Sonra epey düşündüm hiç de düşünmeye değmeyecek sıradan bir konu üzerine (olsundu bu benim zaten her zaman yaptığım şeydi.) " iki insanın aynı şeye bakarak farklı şeyler hissetmesini ve hatta diğerinin bakmaya bile layık görmeyişini " İşte böyle albayım Hikmet'in de dediği gibi "bazen kelimeler aynı anlamlara gelmiyor." birinin sevdiğini diğerinin sevmemesi, senin seni seveni sevmiyor olduğun gibi. Kelimelerin aynı anlamlara gelmemesi gibi, gördüklerimiz ve yaşadıklarımız da herbirimiz icin aynı anlamlara gelmeyebiliyor.

Hayata farklı açılardan bakıyor olmak, denize başka banklardan bakıyor olmak gibi. Herkesi hizzaya getirip milimetrekare hesapları yapsak, aynı açılardan baksak bile gördüklerimizin anlamı farklı.

Tamam çok dağıttım konuyu okuyucuya hiç saygı yok bu blogda. Yok efenim bir sıraya koy, giriş gelişme sonuç olsun ama yok aklına geleni hemen yaz. Neyse ne anlatıyordum; son günlerde neler yaptıgimı

Oysa ki burası benim evimmiş, mutlaka yaşamam gereken yermiş. Şimdiye kadar ki üniversite ve iş hayatımın Ankara'da geçtiğini düşünürsek buradaki hayatım, tecrübelerimden öğrendiğim gerçeklere çok uzak. Bazı yürüyüşlerde Ankara'daki arkadaşlarımı, kardeşimi ve bu kozmopolit şehirlerde yaşayan insanları düşünüyorum.( evet sadece yürüyüşlerde düşünebiliuorum :) ) İşe gitmek için tıklım tıklım metrolara binmek zorunda kalmak, trafikte saatleri harcamak, haftasonları kocaman binaların arasında küçücük parklarda kim olduğunu bilmediğin adama neredeyse sırtını dayayıp piknik yapmaya çalışmak. Onlar orada yaşamayı hakediyorlar mı ? Peki ben burada yaşamayı hakedecek ne yaptım? Yaşadıklarımızın çoğunluğu raslantısal bir durum, tesadüf biraz, birazcık da seçenek.

5-6 ay önce tekrar başlamayı çok istedim. Üniversiteden yeni mezun olmuşum gibi veya ailemin yanından Eskişehir'den yeni ayrılıyormuşum gibi veya yüz yıl daha önceye gidip yeniden üniversite tercihi yapacakmışım gibi. Tekrar başlasam keşke dedim.
Sonra yine aynı üniversiteyi ( Ankara Üniversitesi-Antropoloji) okuyacağıma karar verdim. Bunu hallettik.
Dünya'ya daha yakın bir yerde yaşamak istedim. Ağaca, suya, güneşe daha yakın ve şimdi burdayım.

Azmettim, çalıştım, kazandım, başardım gibi bir durum yok. Sadece karar verdim ve elimdeki beni değerlendirdim. Yok yok yok hayır. Kişisel gelişim kitabı yazarları gibi  " Karar vermek, kazanmanın yarısı" falan gibi laflar etmeyeceğim. Şanslıydım. Biraz ingilizcem burada yaşayıp para kazanacak kadar şans verdi bana.

Buraya kadar yazdıklarımı şöyle bir okuyup gözden geçirecek uzunluğa ulaştı yazı. Şöyle bir baktım da hep deniz kenarına gidip uzaklara dalıyormuşum gibi olmuş, bir yalnızlık senfonisi tadında. Yeni arkadaşlar edinme gibi bir huyum pek yoktur aslında ama buraya gelince bir sosyal oldum bir sosyal oldum ki sormayın gitsin. Akdeniz havası ayrı bir kafa yapıyor insanda galiba. Öncelikle canım arkadaşım Burcu var burada ki burada olmamın en büyük sebeplerinden biri. Sonra birçok yeni arkadaşım var bir de Akdeniz akşamlarının geceleri var.Yeni arkadaşlarım ile Antalya akşamlarında soğuk soğuk biralar içiyor, tatlı muhabbetlere dalıyorum. Bir de çok eğleniyorum.

"Ne zamandır yazmıyorsun, Niye yazmıyorsun" diyenlere sesleniyorum. Yukarıdaki sebeplerden ötürüdür yazamıyorum aslına bakarsanız hayatı yaşamaktan, hayatı yazmaya vakit kalmıyor pek.


15 Aralık 2014 Pazartesi

Geçen hafta 20. Gezici Film festivalindeki birkaç filme gittim..

Big Bang'den hemen sonra, dünya oluşum aşamasındayken, sanat sinemasındaki yavaş ve detaylı anlatımlardan sıkıldığım dönemleri hatırlıyorum. O zamanlara şimdi bakıp inanmakta zorlanıyorum. Sanat sinemasının yavaşlığından keyif almaya başlamak zaman alıyor, tıpkı kekremsi bir şarabın veya isli peynirin tadına alışabilmek gibi.


Aslında söz konusu filmlerden keyif almak için farklı bir yol daha varmış; 30 lu yaşları geçmek ve daha yavaş yaşıyor olmak, yavaş yavaş, ağırdan alarak, daha çok düşünerek yaşamak.Filmin anlatımı ve hızı benim hayatımla paralel olması o filmi daha gerçek yapıyor.


Söz konusu filmlerde bir karakter olsam, beni anlatmak için; arkadaşlarımla eğlendiğim, ailemle uzun ve sohbeti bol yemekler yediğim, herhangi bir konserde zıpladığım zamanlar yeterli olmaz. Uzunca sürecek bir sahneyi tasvir ediyorum; gözlerim bilgisayar ekranına kitlenmiş, içeriğinde ne yazdığını bilmediğim (çok da ilgilenmediğim) bir excel tablosu üzerinde sürekli sayfa değiştiriyor, mouse elimde ekranı bir aşağı bir yukarı hareket ettiriyorum. Bir ilginç sahne daha; işe gidip gelirken serviste geçirdiğim upuzun yolculuklar.


İnsanın hayatını yavaşlatan böyle duraklar olunca Toz Ruhundaki Metin'in temizliğe gittiği evdeki avizenin kristallerini uzun uzun silmesi sadece yeni temizlik yapmış olmanın rahatlığını hissettiriyor bana.


Geçen hafta 20. Gezici Film festivalindeki birkaç filme gittim


12 Ekim 2014 Pazar

Çoklu kişilik bozukluklarımdan Goblene geçiş

Büyük demir bir kapıdan girdikten sonra yolun hemen iki tarafında bulunan çiçekli yoldan ilerlerken gözünüzün alabildiğine geniş ve yemyeşil bir bahçenin sonundaki evde, bütün bahçeyi ve uzaklardaki tepeleri gören kocaman camın önündeki koltukta oturup goblen işliyormuşum, başımı rengarenk ipliklerden kaldıramayarak gaz lambalarını yakmaya üşenip hadi bir sıra daha işleyeyim diye diye 60 a 80 boyutlarında bir manzara işleyip bitiriyormuşum mesela. Camdan baktığımda gördüğüm manzarayı işlemek güzel olurdu.

Bazen  Jane Austen'ın romanlarındaki bir karakter olmak istiyorum. sözünü ettiğim o bahçede, etekleri yerleri süpüren elbisemi sürükleyerek uzun yürüyüşler yapmak, uzun geçen kış ayları boyunca camın önünde oturarak goblen işlemek istiyorum.

Hep bu çoklu kişilik bozukluğum nedeni ile goblen işlemeye başladım galiba. İlginçtir ki işlemeye başlayınca kendimi Elizabeth Bennet sanıyorum. Goblen işlerken nasıl hayaller kuruyorum bazen kendim bile şaşırıyorum. İçinde bulunduğum ortam biraz farklı oluyor gerçi; Ankarada Batıkent Dostluk Parkı manzaralı evimde  şu müzikleri dinleyerek işliyorum goblenlerimi.

Yeni malzemeler aldığımda hemen eve gitmek, renklere göre gruplara ayırmak ve bir an önce başlamak istiyorum. Yine sonbahar geldi, yine malzemelerim hazır, yine camın önüne kuruldum. Elimdeki goblen bittiğinde ilk bahar gelmiş olacak.



İşte bunlar hayaller kurarken işlediğim birkaç çalışmam.

23 Eylül 2014 Salı

Kırmızı Pazen


 Burda Kasım 2005 sayısında 107 numaralı elbiseyi diktim, işte böyle oldu.


3 Ağustos 2014 Pazar

Doğu'dan Uzakta




Amin Maalouf''un son kitabı;  Doğu'dan Uzakta'da  İsrail topraklarını ailesini de alarak terketmiş olan bir yahudi şöyle söylüyor;

"Filistin‘e “eretz yisrael” (İsrail Toprağı) deme ve en az başkaları kadar, hatta belki biraz daha fazla orada yaşama hakkımız var. Ama hiçbir şey, Arapları haydi yallah, defolun buradan, bu toprak ezelden beri bizim, sizin burada işiniz yok, deme hakkını bize vermez. Metinleri nasıl yorumlarsak yorumlayalım ve ne kadar çok ıstırap çekmiş olursak olalım, benim için bu kabul edilemez.
Sustu , kahvesinden bir yudum aldı, sonra düz bir tonla ekledi:  ‘ Ama utangaç bir şekilde gelip, davetsiz misafirliğimiz için özür dileyerek Araplara bize de biraz yer açma nezaketini  gösterip gösteremeyeceklerini sorsaydık, hiçbir şey elde edemez ve oradan kovulurduk, bu da doğru.
Bu tarz soruların tatminkar cevapları yoktur. Kurt olmadan kuzuluktan vazgeçilebilir mi? İsraillilerin izledikleri yol beni ikna etmiyor, ama onlara önerecek bir seçeneğim de yok.  O zaman uzaklaşıyorum, susuyorum ve dua ediyorum."

"Geçenlerde , bir İsrail büyükelçisinin ellili ve altmışlı yıllardaki kariyeriyle ilgili şu tanıklığı okudum: ‘Görevimiz hassastı, çünkü hem Arapları İsrail’in yenilmezliğine hem de Batı’yı İsrail’in ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna ikna etmemiz gerekiyordu."

"Batı, Yahudi kamplarının dehşetini, anti-semitizmin dehşetini İkinci Dünya Savaşı’ından sonra keşfetti; halbuki o sırada Arapların gözünde İsrailliler katiyen silahsız, aşağılanmış, bir deri bir kemik bırakılmış siviller değil, gayet  iyi teçhizatlı, iyi örgütlenmiş ürkütücü derecede etkili bir istila ordusuydular.
Ve sonraki onlarca yıl boyunca bu algı farklılığı durmadan arttı. Batı’da Nazizmin yaptığı katliamın canavarca niteliğini kabul etmek çağdaş ahlaki bilincin belirleyici bir unsuru haline geldi ve ifadesini, hırpalanmış Yahudi cemaatlerinin sığındıkları devlete verilen maddi ve manevi  destekte buldu. İsrail’in Mısırlılara, Suriyelilere, Ürdünlülere, Lübnanlılara, Filistinlilere, Iraklılara hatta bileşen tüm araplara karşı peş peşe zaferler kazandığı Arap dünyasında ise, olayların aynı şekilde görülmesi haliyle imkansızdı."


12 Temmuz 2014 Cumartesi

Domates fidelerim ve hayal kırıklıklarım

Ananemlerde kaldığımız zaman, ananem erkenden kalkar, bahçeden topladığı yeşillikler ve domateslerin yanı sıra patates kızartması ile mükellef bir kahvaltı hazırlar sonra bizi uyandırırdı. Bütün ananeler böyle mi acaba? hiç yorulmaz, hiç oturmaz, hiç boş durmaz.

Biz kuzenlerle kahvaltıyı uzata uzata tadını çıkarırken O 15 dakikada bir bahçenin alt tarafındaki domates ve biber fidelerinin başına gider komşunun tavuklarını kovalar gelirdi. Bu eylemi hiç yorulmadan, komşunun tavukları akşam olup da kümeslerine gidene kadar günde en az 30 defa yapardı.

Ellerimle ikiye ayırdığımda domatesin üzerinde görünen beyaz kırağımsı tabaka ve tarif edilemez o koku bütün domateslerde var sanırdım. Sanırdım ki bütün biberler ısırıldığı zaman öyle ses çıkartır. Ve bu nedenle lokmaları tadına varmadan yutuverirdim. Annanemin çabaları ise iş yükü ve nasıl da gereksiz gelirdi. Canım benim bazen yokuşu kan ter içinde, elinde tavuklar tarafından yarısı yenilmiş bir domatesle çıkardı. Nasıl da üzgün olurdu. Ben onun bu kadar üzgün olmasını anlam veremezdim.

O zamanlar  lisedeyim ben. Ergenlikten başım dönmüş, asi hareketler içerisindeyim. Hayatı sorguluyorum fakat bu hayatta o domates fidelerinin hiç yeri yoktu. Bitki yetiştirmek nasıl da meşakkatli, zaman alan, zor ve gereksiz bir işti. Bir lise öğrencisi için hayat o kadar hızlı akıyor ki bitki yetiştirmek sanki yavaşlatacaktı hayatımın hızını.

Bir kaç yıl önce terasımda tohumdan domates fidesi yetiştirmeye başlamamla değişti bitkiye bakışım. İşin büyüsüne kapıldım. Eee 30 lu yaşlarıma yaklaşıyordum, daha fazla boş zamanım olmaya, hayatımın ivmesi yavaşlamaya başladı.

Bu yıl tekrar giriştim bahçecilik işine, yine tohumdan domatesler biberler ektim. Tohumların filizlenmeye başlaması, nazlı nazlı topraktan başlarını çıkarmaları, güneşe doğru meyledip yan yan uzamaları hepsi benim içimde çok acayip çok heyecanlı duygulara neden oldu. 30 lu yaşların hormonlarının etkisiyle diye düşünüyorum o bitkicikler bebeklerim oldular. Biyolojik saatim annelik diyordu. İşin ucu kaçtı tabi bir süre sonra bahçenin büyük bir bölümünü babamın yardımları ile doldurduk. Roka, Tere, Maydanoz, Soğan, Domates, Biber, Salatalık ve Kabak ektik. Bahçede boş yer kalmadı diyebilirim.

Tüm bitkilerin arasında domates fidelerimin yeri ayrıydı. Minnacık domateslerime vitamin olması için onları, içini daha önceden boşalttığım yumurta kabuklarına ektim.  Sözkonusu çimleme yöntemi ile ilgili olarak buraya bakabilirsiniz.Sıcak ortamda çimlenecekleri için salonun en çok güneş alan köşesine konumlandırdım. Hatta öyle ki izinli olduğum günler temiz hava almaları için bahçeye çıkarıyordum. Bir  süre sonra gövdeleri kalınlaşmaya ve tüylenmeye başladı. Günbegün çektiğim fotoğraflarını arkadaşlarıma gösterirken, "bak ne kadar da şirinler değil mi?" derken buldum kendimi. Arkadaşlar domates fidelerimin güzelliğini göremiyorlardı. İlginçtir ki hiç heyecanlanmıyorlar da. Eee "Kargaya Yavrusu Kuzgun Görünürmüş" atasözü benimle hayata geçiyordu.

Ve o gün geldi çattı, yeterince büyüdükleri için onları vahşi doğaya bırakmak zorundaydım. Hayatın zorlukları ile başa çıkmayı öğrenmeliydiler. Onları bahçeye ektim.




Hazır bahçenin fotoğraflarına bakan birileri varken bir kaç foto daha eklemenin sakıncası yok bence.


100 küsur tane biber
.
Minicik minicik maydonozlarım 

ve soğanların arkasında tam güneşli yeri kapmış rokalar.

Henüz meyve vermeyi bırak çiçek bile açmamız salatalıklar.

Duvar kenarlarına ektiğim, büyüdüğünde duvarların beton görüntüsünü yemyeşil yapacak olan fasulyelerim.


Herşey ne kadar da huzurlu ve güzel görünüyordu. Hepsi yerli yerinde şirin bir bahçe.

Cani, terbiyesiz, durmadık yere işler çıkaran apartman yönetimi su borularını değiştirme kararı aldı. Bahçemizi hunharca, acımadan katlettiler. Bakınız aşağıdaki çirkin fotoğraf.



Hayata küsmedim. Saksıda çiçek yetiştiriyorum biraz mahsun, çokça hayal kırıklığına uğramış olarak.









29 Haziran 2014 Pazar

Eskişehir - 2014 - Haziran


Bol resimli az yazılı olarak yeni bir posta eklemeye koyuldum yine "hadi hayırlısı" diyorum.
Bilgisayarımdaki resim dosyalarımı, fotoğrafları çektiğim yerlere göre grupluyorum yıllardır. Geçen hafta sonu yine Eskişehir'e gitmem vesilesi ile klasörlere bir yenisi daha eklendi. İsim bulmakta zorlanır oldum artık. 

Eskişehir-2012-Şeker Bayramı
Eskişehir-2014
Eskişehir- Kuzen Düğün
Eskişehir- Bahar

gibi dosyalar ile doldu bilgisayarım. 

Halbuki şöyle olsa dosyalarımın ismi çok güzel olmaz mıydı?

Beyrut-2013-yaz
Paris-2011-sonbahar
Amsterdam-2014-yaz

Tamam "az yazı" demiştim siz blogu terketmeden kısa kesiyorum. İşte kısa notları ile bu hafta çektiğim fotolar.
Eskişehir'e giderken yol boyu bize eşlik eden bulutlar.


 Babanemin bana vereceği, gelecekteki duvar halım ve ben.

 Babanemin balkonundaki koltuğa oturduğum zaman gözümün gördükleri 

Babanemin güzel halısı

 Eskişehir'in Şehr'i Derya'sı

Ördekler

Yine güzel bulutlar, Yelkenli, Ördeklerin evleri ve tabii yine Eskişehir.

Not: Sakın şikayet ettiğimi düşünmeyin, Eskişehir'i ve oradaki yakınlarımı hergün görsem sıkılmam fakat KEŞKE BAŞKA YERLERE DE GİDEBİLSEM.


14 Haziran 2014 Cumartesi

Sabah 7 de 7. caddede ne yapıyordum ? / What am l doing at 7 a.m. on 7. street?


Geçtiğimiz birkaç ayın zorlukları beni içine kapanık bir insan yaptı. Sosyal bir kelebek olmayı bırakıp da ev işleri ile boğuşmaya ve dolayısıyla yalnız başıma daha çok vakit geçirmeye başladım. Bu, kendimi biraz dinlemem, dinlenmem için de bir bahane oldu. Kendine döndükçe insanın depresyona girmesi işten bile değil, düşündükçe ne zamandır düşünmediği şeyler olduğunu fark ediyor. Düşünülmesi çok da gerekli olmayan bir ton aptal düşünce beynime hücum ediyor.


Dedim ki “ Janan kişisi kalk, bu böyle olmayacak, sen ne zamandır koşmayı erteledin. Bi başla bakalım neler oluyor?” Tabi Kişisel Gelişim kitaplarındaki gibi değil hiçbir şey. “Bir hedefe karar vermek; çoğu vakit hedefin kendisidir.” “ En kötü karar, kararsızlıktan daha iyidir.” gibi sözler bana faso fiso geliyor.

Spora başlamaya karar verme aşaması çok kolay oldu. Peki başlamak? O biraz zorladı işte. sen gel spor yapma planlarını, nörotransmiterleri nöronların arasından buharlaşıp gitmiş, bütün sinapsları işgal altında, beyninin her hücresi negatif güçler tarafından işgal edilmiş Janan kişisine anlat.

Şu insanoğlu tembelliğe ne kadar kolay alışıyor. Sanki hiç sabah erken kalkıp spor yapmamışım, hayatımda ilk defa bu kadar erken kalkıyormuşum gibiydi. Uyku denen cin fikirlinin ısrarları ve beni caydırmaya çalışması da nafile. Kendime işkenceler yaparak rahat yatağımdan kalktım.

7. caddeyi uzun zamandır böyle bomboş görmemiştim.




Çimlerin kokusu 




Daha sonra hatırlamak ve yaşananlardan ders almak amaçlı detayları ile ivmeli bir şekilde yükselen haleti ruhiyemi not aldım. (Bu bilinçli davranışım neticesinde kendimi tebrik ediyorum.)

Uyandıktan sonraki ilk 5 dakika: 
Gözler Kapalıyken;
Yarebbim, lütfen saat yanlış zamanda çalıyor olsun. Daha kalkmama 15 dakika var olsun. Ben o 15 dakika sonra kesin daha zinde uyanırım. (saat: 06.30)
Gözler açıkken;
Kalkayım da bari bugün yakınlardaki bir parka gideyim.

Yüzümü yıkayıp evden çıkmaya hazırlanırken;
Zaten hemen koşmaya başlamak olmaz. Bugün yakın parkta yarım saat aletlerle çalışayım yarın koşarım.

Evden çıktıktan (ağzıma yüzüme oksijen dolduktan)sonraki ilk 2 dakika;
Temiz hava iyi geldi. Parka yürüyerek gideyim orada koşarım.

Evden çıktıktan (ağzıma yüzüme oksijen dolduktan) 5 dakika sonra;
Parka hafif koşu ile gideyim orada hızlanırım.

Bir saatlik koşuyu tamamladıktan sonra;
Muhteşemim. Ben var ya süperim. Akşam iş çıkışında yine geleyim.


Bahçeli sokaklarında koşarken kendimi bir anda hayatın aslında ne kadar güzel olduğunu düşünürken buldum. Sabah henüz çok erkendi, günlerden cumartesi, dükkanlar kepenklerini henüz kaldırmamışlardı.


Bu minyatür orman hep burada mıyıdı ?


Güneş ışığı heryere ulaşmakta ne kadar da kararlıydı. 



Ve birkaç saat sonra 7. caddede piyasa yapan arabaların altında ezileceğinden habersiz bir salyangoz. Denedim hayatını kurtarmayı ama o kadar yapışmıştı ki yere, almaya çalıştım ama hiç oralı olmadı kendisi. Ben de kaderine terkettim.





Spor yaptığımızda, kan basıncı ve kan akışı, beyin dâhil, vücudumuzun her yerinde artıyor. Daha fazla kan demek daha fazla enerji ve oksijen demek, bu da bizim beynimizin daha iyi performans göstermesini sağlıyor. 

Neden koşunca kafan daha çok çalışıyor? Sorusuna antropolojik bir açıklama yaparsak; Atalarımız terleyinceye kadar spor yaptıkları zaman  ya bir yırtıcıdan kaçıyorlar ya da yemeklerini kovalıyorlardı. Acil durumlarda beyne giden ekstra kan, Onların bir tehdit karşısında çabucak ve zekice reaksiyon göstermesini ya da avlarını öldürmelerini, karınlarını doyurmalarını sağlıyordu; bunun atalarımızın hayatta kalmasında kritik öneme sahip olduğu ortada.

Ölümcül bir tehlike ya da hayati öneme sahip bir ödül söz konusu olmamasına rağmen spor yaptığımda benim hissettiğim enerji, dünyayı kurtarabilirim, tüm savaşları sonlandırabilirim düşüncesi demek ki bu düşüncenin evrilmiş hali oluyor. Ne avlanıyorum, ne karnımı doyuruyorum ne de hayatımı kurtarıyorum spor yaparak. Bu kadar havalara girecek, gaza gelecek, kendini dünyayı kurtaracak kadar mutlu ve güçlü hissedecek ne var demeyin yani sebebi ortada; Bana miras kalmış bu hissiyat. Bilimsel detayları için buraya bakabilirsiniz 


Sonuç olarak psikolojik bir çıkmazdaysanız,  kafanızda zihinsel bir bulanıklık varsa yürüyüşe çıkın, bir süre sonra içinize oturan taşı yerinden oynatıp koşmaya başlarsanız zihninizdeki soruların cevaplarını bir bir bulabilirsiniz belki de.

8 tur attım. Kendimi tebrik ediyorum.




What am l doing at 7 a.m. on 7. street?

l am depressed during the past few months. l decided to deal with depression and start  to running. Having an idea about solving the problem was quite easy but begining was so hard.
Anyway l summarized How l start to running?

5 minutes When l wake up
When my eyes wide shut;
My God please. The clock is ringing at wrong time. (6.30 a.m.)
When my eyes open;
Anyway l am going to stand up. l am going to run to nearest park.


While l am preparing to go out;
Today is so early for running. l can do exercise for only begining.

2 minutes when l go out (after taking a clean breath)
Fresh air is quite good. l am giong to walk to park and l am going to run in there.

5 minutes when l go out (after taking a clean breath)
l started to jogging.

When l ran for one hour.
l am a briliant person. l am a superwoman. l am going to come again arter work.

Why do we think better after we exercise?

When our ancestors worked up a sweat, they were probably fleeing a predator or chasing their next meal. During such emergencies, extra blood flow to the brain could have helped them react quickly and cleverly to an impending threat or kill prey that was critical to their survival.For that reason l fell myself so strong and happy after l run. You can have a look for details.